Owen Wilson'ın oynadığı başroldeki gencimiz şımarık sevgilisi ve onu aratmayan ailesiyle birlikte Paris'e gelmiştir. Yazar olan Gil, 1920'lerin Paris'ine o dönemin sanatına hayrandır ve bir gece yarısı kendini 1920'lerin Paris'inde Firzgerald'ın, Hemingway'in, Picasso'nun ve daha nice dönem sanatçısının arasında bulur. Gündüzleri 2010'u yaşarken geceleri 1920'lere dönmek onun neyi istediğini (belki de hangi kadına aşık olduğunu) sorgulatmaya başlamıştır.
Her zaman bir film yapsam bu filmin mutlaka sıradan olmayacağını içinde fantastik ögeleri de barındıracağını söylerim. Aşkın 500 günü gibi Paris'te Geceyarısı da masalla gerçeği o kadar güzel harmanlıyor ki bize de hayran hayran izlemek düşüyür. Paris'i bir belgesel gibi izleyebilir, filmin kurgusunun sizi alıp bir hayal dünyasına götürmesine izin verebilirsiniz.. İzleyiniz, izlettiriniz..
Filmden küçük bir diyalog:
G: Ama şu adamlara bak, onlarında altın çağı Rönesans. Onlar Belle Epoque’yi Titian ve Michelangelo ile beraber resim yapmaya tercih ederler. Ve diğer ikisi de muhtemelen hayatın Kubilay Han zamanında daha iyi olduğunu düşünüyorlardı. Şimdi farkına varıyorum, cılız olsa da farkına varıyorum. Gördüğüm rüyadaki kaygımı anlayabiliyorum.
A: Hangi rüya?
G: Geçen gece bir rüya gördüm, daha çok bir kabustu, antibiyotiğim bitmişti, dişçiye gittim ve dişçide hiç novokain kalmamıştı. Anlıyor musun? Bu insanların antibiyotikleri yok.
A: Sen neden bahsediyorsun?
G: Adriana, eğer burada kalırsan bu senin şimdiki zamanın olur ve kısa süre sonra başka bir zamanın hayalini kurmaya başlarsın. O zaman “altın çağ” sanarsın. Yani, sonuçta şimdi ki zaman seni tatmin etmez, çünkü zaten hayatın kendisi tatmin etmez..
ve Dali ancak bu kadar güzel canlandırılabilirdi galiba..