Subscribe Twitter Facebook

30 Ağustos 2009 Pazar

reenkarnasyon

   reenkarnasyano inanan biri deilimdir ama bugün gazetede okuduğum haber ilgimi çekti.bu haberi sizinle paylaşıyorum..
  
   ABD’de üç yaşındaki bir çocuğun İkinci Dünya Savaşı’nda ölen bir pilotun yeniden dünyaya gelmiş hali olduğunu söylemesi, reenkarnasyonun en gerçek kanıtı olarak gösteriliyor.

   ABD’nin Louisiana eyaletinde dünyaya gelen James Leininger 2 yaşına kadar normal bir çocuktan farksızdı. Ancak 3 yaşına basmasına birkaç hafta kala kâbuslar görmeye ve “Uçak alev aldı! Düşüyorum” diye çığlıklar atarak uyanmaya başladı. Rüyasında James Huston isimli bir pilot olduğunu gören James, uyurken “Jack Larsen, Natoma, Corsair, küçük adam” gibi isimler sayıklıyor ve çırpınıyordu. Küçük çocuk, bir gün oyuncakçıda gördüğü uçak için “Bu bir Corsair” dediğinde annesi Andrea büyük bir şok geçirdi. James’in kâbuslarında uçağının Japonlar tarafından vurulduğunu, alev aldığını ve düştüğünü anlatması üzerine annesi oğlunun 2’nci Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden bir pilotun reenkarnasyonu olduğuna inanmaya başladı. Ancak babası Bruce ikna olmadı ve ona uçağının nereden kalktığını sordu. James, tereddüt bile etmeden “Natoma” diye cevap verdi. Natoma, 2’nci Dünya Savaşı’nda kullanılan bir uçak gemilerinden birinin ismiydi. Küçük çocuk birkaç hafta sonra bir kitapta Japonya’da Japon ve ABD’li askerlerin karşı karşıya geldiği Iwo Jima adasının resmini gördü ve babasına “İşte uçağım burada düştü” dedi. Jack Larsen ise onun en yakın arkadaşı olan bir başka pilottu. Bruce, oğlunun hikayeyi uydurduğunu kanıtlamak için Jack Larsen’i bulmaya karar verdi. Natoma gazilerinin toplantılarına katıldı ve nihayet Larsen’i buldu. Ancak acı gerçeği ondan öğrendi. 1945’teki Iwo Jima Savaşı’nda yalnızca bir ABD’li pilot ölmüştü ve o da terhis olmadan önce son görevine giden 21 yaşındaki James Huston’du. Huston’un uçağı Japonlar tarafından vurulmuş ve aynı oğlunun anlattığı gibi alev alarak okyanusa çakılmıştı. Bruce James’in yaşayan son akrabası 84 yaşındaki kardeşi Anne’i buldu ve oğluyla bir araya getirdi. Anne 2 yaşındaki çocuğun anlattıklarını dinledikten sonra büyük bir şok geçirdi ancak onun kardeşinin reenkarnasyonu olduğuna inandığını söyledi.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Mona Lisa

dünyaca ünlü portre mona lisayı bilmeyenimiz yoktur herhalde.işte da vinci'nin bu en meşhur tablosu hakkında bilinmeyen gerçekler:

*İnsanların yüz ifadelerinden ruh hallerini okumaya yönelik sonuçlar çıkaran bir program, tartışmalı bir yüz ifadesine sahip olan Mona Lisa'nın ruh hallerini de belirledi.Buna göre Leonardo da Vinci, Mona Lisa'yı yaparken, bu güzel kadına yüzde 83 oranında mutluluk vermiş. Ne var ki, Mona Lisa'nın yüzünde sadece mutuluk okunmuyor.Mona Lisa, aynı zamanda yüzde 9 oranında nefretle dolu, yüzde 6 oranında korku duyguları taşıyor ve yüzde 2 oranında da öfkeli.

*Tablonun en önemli özelliği ise bir tek fırça darbesi bile olmamasıdır.

*Mona Lisa tablosunda betimlenmiş olan kişinin kimliği kesinlikle belirlenememiş olmasına karşın; sanat tarihçileri, modelin kimliği ile ilgili pekçok fikir yürütmüş ve iddialarda bulunmuşlardır. Leonardo hakkındaki ilk biyografiyi yazan Vasari, dönemin önemli kişilerinden biri olan Francesco del Giocondo’nun eşi Mona Lisa’nın tabloda resmedilen kişi olduğunu düşünmüştür.Dr. Lillian Schwartz ise Mona Lisa’nın, Leonardo’nun kendi-portresi olduğu fikrini ortaya atmıştır. Bunu savı ortaya atarken dayandığı kanıtlar, sayısal analizler yardımı ile elde edilen, Leonardo’nun ve tablodaki modelin yüz özelliklerinin aynı olduğununa dair sonuçlardır.Diğer teoriler ise Da Vinci'nin annesi, Meryem Ana hatta bir hayat kadını olduğu yönünde.

*Mona Lisa'yı Fransızlar "La Joconde" İtalyanlar ise "La Gioconda" olarak biliyor yani "Madonna Lisa"nın kısaltması. Bu da "Leydim Lisa" demek.
*Da Vinci tabloyu 1503-1506 arası yaptı. Resme aşık olduğu sanılan Da Vinci tabloyu Francesco del Giocondo'ya vermek yerine Fransa'ya kaçırdı.

*Fransız Devrimi'ne kadar bir çok Fransız Kralı'nın sarayında yer alan tablo Napolyon'un metresi Josephine'in yatak odasını da süsledi.
*Saatte 1500 kişinin ziyaret ettiği tablo sabit 20 derece ısıda 3 kat camın arkasında korunuyor. Müze ise her yıl 330 bin Mona Lisa konulu ürün satıyor.

*Mona Lisa'nın X ışınlarıyla yapılan incelemesi sonucunda, şu andaki görüntüsünün ardında birbirinden farklı üç Mona Lisa tablosu daha yaptığı anlaşıldı.

*Kanada ulusal araştırma konseyi uzmanları, Louvre müzesi yönetiminin isteğiyle tabloyu üç boyutlu renkli lazer taramasından geçirerek rapor hazırladı. Araştırma sonunda, Mona Lisa'nın o zamanlar genellikle hamile ya da yeni doğum yapmış kadınların kullandığı çok ince ve saydam bir tülle boynundan aşağısını örttüğü anlaşıldı.

*Tablo 1911'de çalındı. 2 yıl sonra yaratıldığı yer olan Floransa'da bulundu. Soygunla ilgili sorgulananlar arasında ünlü ressam Picasso da vardı.

*1804'ten beri Louvre'da sergilenen Mona Lisa'nın kaşı yok. Kadınların kaşlarını traş etmesi 16'ncı yüzyıl Avrupa'sında yaygın bir gelenekti.

*Louvre'da 6 bin tablo olmasına rağmen ziyaretçilerin yüzde 95'i ilk iş olarak 77 cm x 53 cm ebatlarındaki bu küçük tabloya koşuyor.

*Yağlı boya tablo her yıl bir gün indirilerek temizleniyor. Mona Lisa'nın ziyarete açık olmadığı o gün Louvre Müzesi'nin en sakin günü oluyor.

*Mona Lisa üzerinde yapılan araştırmalarda, aynaya yansıyan gizemli yüzler ve şekiller keşfedildi.eseri uzmanları, Mona Lisa toblosundaki yüzün ressamın The Virgin and Child with Saint Anne(Bakire ve Çocuk, Aziz Anne) tablolarında da bulunduğunu; tablolardaki yüz ve şekillerin Tanrı ve korkuyu temsil ettiğini belirtiyor.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

bildiğinizi sandığınız herşey yanlış..

ntv yayınlarından çıkan ''cahillikler kitabı'' adlı kitabı hala okumayanlardansanız biran önce bir tane edinin derim.şaşırtıcı bir sürü bilgiyle dolu.işte sizin için seçtiklerim:

YERYÜZÜNDE iNSAN ELiYLE YAPILMIŞ EN BÜYÜK YAPI NEDiR?
Yanlış cevaplar arasında Büyük Piramit, Çin Seddi ve Kuveyt'teki Mübarek
el-Kebir Kulesi sayılabilir. Doğru cevap 1948'de açılan Fresh Kills çöp
depolama alanı çok geçmeden insanlık tarihindeki en büyük projelerden biri
haline geldi ve sonunda Çin Seddi'ni geride bırakarak dünyada insan eliyle
yapılmış en büyük yapı oldu..

TELEFONU KiM iCAT ETTi?

Antonio Meucci. Floransalı mucit Meucci ABD'de 1860'ta, teletrofono adını
verdiği bir elektrikli aygıtın çalışma modelini gözler önüne serdi. Meucci,
Alexander Graham Bell'in telefon patentinden beş yıl önce, 1871'de bir tür
geçici patent başvurusunda bulundu. Bell'in patenti 1876'da tescillendiğinde
Meucci dava açtı. Olağanüstü bir tesadüf eseri Meucci'nin modelleri
kayboldu. Fakat 2002 yılında ABD Temsilciler Meclisi, "Meucci'nin telefonu
icat ettiğinin kabul edilmesi" kararını verdi.

DÜNYA'NIN ETRAFINI DOLAŞAN iLK iNSAN KiMDiR?

Zenci Henry. Hemen hemen herkese yabancı bir isim olan Enrique de Malaca,
Macellan'ın kölesi ve çevirmendi. Ferdinand Macellan dünyanın etrafındaki
turunu asla tamamlayamadı. 1521'de Filipinler'de henüz turun yarısındayken
öldürüldü. 1519'da çıkılan dünya turu girişimi de dahil olmak üzere tüm
yolculuklarda Zenci Henry, Macellan'ın yanında gitti. 1521 yılında Uzakdoğu'ya
vardıklarında Zenci Henry dünyanın etrafını dolaşmaış ilk insan oldu

MADDENiN KAÇ HALi VARDIR?

Her gün genişlemekte olan bir liste olmasına rağmen şu anda 15 tanedir. işte
listenin son hali: Katı, amorf katı, sıvı, gaz, plazma, süper akışkan, süper
katı, dejenere katı, nötronyum, güçlü simetrik madde, zayıf simetrik madde,
kuarkgluon plazma, fermiyonik yoğunlaştırma, Bose-Einstein yoğunlaştırması,
acayip madde.

200 tane eğlendirici ve ilginç hikaye var cahillikler kitabında.iyi reklamını yaptım walla kitabın :)

23 Ağustos 2009 Pazar

işte bu çifti beğendim :)

biraz önce internette magazinsel bi yazı okurken altta bulunan haberler köşesinde bir yazı dikkatimi çekti: ryan reynolds ve scarlett johansson evlat edinmeye karar verdiler! nassıl yani dedim kendi kendime.ne alaka? sonra bir baktım ki çok beğendiğim ve sevdiğim (nedense :S ) bu iki oyuncu geçen yaz evlenmişler.bu habere çok şaşırdım ve sizlerle de paylaşıım dedim..






21 Ağustos 2009 Cuma

Alejandro González Iñárritu


“Sınır deyince düşünsel bir kavram yerine mekanlardan söz ederiz. Gerçek sınırların içimizde olduğuna inanıyorum.”
Alejandro González Iñárritu


Eminim ki çoğu kişinin filmlerini kaçırmadığı bir yönetmen vardır.benim için bu kişi alejandro gonzalez ınarritu.peki kimdir bu alejendro? ne filmi çekti nasıl çekti de bu hannah'yı sadık bir hayranı yapmayı başardı.

















15 ağustos 63 de doğan meksikalı yönetmenin 3 uzun metrajlı, 4 tanede kısa sinema filmi bulunmaktadır.ayrıca sinema filmlerinden önce tv için de filmler ve reklamlar da çekmiştir kendileri.Guillermo Arriaga hem yakın bir dostu hem de 3 uzun metrajlı filminin senaristidir.ınarritu ilk uzun metrajlı filmi olan ameros perros(paramparça aşklar köpekler)u 2000 yılında çekti.bu filmin getirdiği yüksek başarı meksika sınırlarını aşmıştı.ilk gösterimi cannes’da yapıldığında ayakta alkışlanan amores perros, en iyi yabancı film dalında oscara aday olarak gösterilmesinin dışında, çeşitli festivallerden 51 ödülle döndü.3 farklı hikayeden oluşan ve bir biçimde bu hikayelerin yollarını kesiştiren amores perros; kimi film eleştirmenlerine göre milenyumun ilk başyapıtı olarak adlandırılmaktadır.istanbul film festivalinde de gösterilen film büyük beğeni toplamıştı.
konusu:meksika da yaşanan trafik kazası 3 başrol oyuncusunu yani 3 hikayenin ana karakterinin hayatını deiştirmesiyle başlar film.1.hikayedeki yakışıklı mı yakışıklı octavio abisinin karısına aşıktır ve köpeğini karıştırdığı köpek kavgalarından kazandığı parayla abisinin karısıyla kaçmayı düşlemektedir.2.hikayede valeria adındaki manken kızımız başka bir kadının elinden aldığı sevgilisiyle mutlu mesut yaşamaktadır.ancak kazada sakat kalınca artık onun en iyi arkadaşı köpeğidir.3.hikayede ise yıllarca hapis yatmış, kiralık katil olarak çalışan, eski komünist gerilla el chivo vardır.köpekleriyle yaşayan bu adam da insanlara ders vermekten hoşlanır ve yıllar önce bırakıp gittiği kızına kavuşma hasretiyle yanar.
bence bu film güsel bir film.ancaakk 3lemenin dier 2 filmini izleyip hayran kalanlardansanız benim gibi bu filmi çok başarılı bulamayabilirsiniz.tabi şunu da sölemek gerek çoğu kişi de 3lemenin en iyi filminin bu olduğunu düşünür.

2.filmi 2003te tamamladı.21 grams filmini diğer filmlerinden farklı olarak ingilizce çekti.bu filmde sean penn, naomi watts, benicio del toro ile çalışması hollywood'un kapılarının ınarritu'ya açıldığının bir göstergesidir.bu film de 2 dalda oskar adaylığı, çeşitli festivallerden 20 ödül ve 25 adaylık getirmiştir.konusu:yine 3 farklı hikayeyle karşı karşıyayız.hastalığı yüzünden umudunu kalp nakline bağlamış bir profesör, dini inancıyla yaşadığı kötü günleri geride bırakıp ailesiyle yaşamaya başlayan jack ve eşi ve iki kızıyla mutlu bir yaşam süren cristina'nın hayatları bir kazayla birbirinin içine girer.bu filmdeki zaman kavramı diğer filmden farklı işlenmiştir.filmin son sahnesinde profesörün hastanede söylediği sözler harikadır ve filminde bir bakıma özetidir aslında: Kaç kez yaşarız?Kaç kere ölürüz?Tam ölüm anımızda 21 gram kaybederiz diyorlar..hepimiz..Peki 21 grama kaç yaşam sığar?nekadarı kaybolur?nekadar kazanılır?21 gram.. 5 tane demir para eder.yeni doğmuş bi kuş eder.bir parça çikolata..21 gram nekadar eder?..




2006 yılına gelindiğinde 3. film olan babel(babil)'i çekti.babel'in çekimleri 3 farklı kıta ve 4 dilde gerçekleştirildi.yine 3 farklı hikayeyi buluşturan, derinlemesine kişisel ve politik boyutlar arasında sürekli geçişler yapan bir filmdi babel.iñárritu, babel’de, insanoğlunu birbirinden ayıran bariyerlerin/engellerin doğasını, paramparça edici bir gerçekçilikle keşfe çıktı. incil’deki “babil kulesi” kavramından yola çıkarak günümüzdeki yansımalarını sorguladığı filmde, brad pitt, cate blanchett ve gael garcia barnel ile birlikte çalıştı. film cannes film festivalinde iñárritu’ya, en iyi yönetmen ödülünü kazandırdı ve altın küre’de 7 dalda ödüle aday olarak gösterildi.
konusu; fas'ta turistik geziye çıkan amerikalı evli çiftin başına gelen trajik bir olayın, dünyanın farklı ülkelerindeki dört ailenin yaşamında olaylar zincirini harekete geçirmesidir. koşullar açısından birbirine bağlı olan ama kıtalar, kültür ve dil açısından birbirinden ayrılan karakterlerin her biri, gerçek huzur ve teselliyi sadece aile kavramının sağlayabileceğini keşfetmesiyle son bulur.
bu filmde beni etkileyen onlarca sahne vardı.filmde anlatılan hikayelerin birinde japon sağır ve dilsiz bir kız vardır.bu kız arkadaşlarıyla gittiği gece klubüne girdiğinde içerde ışıklar yanıp söner, insanlar dans eder yani bir disko havası vardır ancak biz hiçbirşey duyamayız.hareketli müzik sesi arada bir çalınır sadece.bu yöntem o kızın o an ne hissettiğini ve davranışlarını anlamamız açısından çok başarılı ve tebrik edilesi bir yöntemdir.

inarritu bu 3 filmin arasında kısa filmlerini de çekti.4 kısa filmi var.daha bir tanesini izleyebildik. 11 eylülü 11 yönetmenin anlatacağı belgesel ''11'09''01 - September 11'' dir oda.çok ilginçti.herkese tavsiye ederim.diğer filmleri de en kısa zamanda bulmayı umuyorum.eğer hala inarritu sinemasınla karşılaşmayanlardansanız gidin bir filmini alın ve izleyin.izleyin kardeşim bana teşekkür edersiniz sonra..babel ve 21 grams' izlemeyenlerdenseniz mutlaka ama mutlaka izleyin birşey kaybetmez kazanırsınız güvenin bana:)

ölesine

öncelikle ezgiye teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum,her fırsatta reklamımızı yaptığı ve beni blogla tanıştırdığı için.evet efendim beni cahil bir insan, teknelojiden bihaber olarak düşünebilirsiniz ama blogla mlogla da işim olmazdı ama oluomuş işte.


ya ben karikatür okumayı çok sewiorum.ewet gecenin 2sinde aklıma böle şeler gelio benm genellikle..karikatür okuyan erkek benim için +1 ya okadar seviyorum yani.geçen yunuslarla ilgili bi karikatür vardı erdilin.erdil derim kendisi kankamdır çünkü..neyse yunuslar hep güler gibi durur ya onla ilgili ama çok komikti ya..gerçektende öle çünkü.bi tanede eski sabah şekeri yeni entellektüel belgeselci bi delikanlı(?) belgesel çekicekmiş yunuslarla ilgili. yok onlar aslında öle gülüo gibi duruyolar die bu onların hep mutlu olduğunu göstermezmiş falan filan.ilginç bi durum bi yandan.hiç düşünmemiştim.çocuklarla havuzda yüzerken onlarda eğleniyo gibi duruyolar.ama insanoğlu kendi eğlencesi için bütün hayvanlar gibi yunuslarıda sömürüo işte.yazık.üzülüyorum bu duruma.çok hemde..nerden nereye geldim.doluyum sevgili okuyanlar çok doluyum..daha siyasi film çeken dünün kırolarının şimdi entellektüel takılmalarına da değinicem ama o da yarın artık iç baymıım iice..





bu arada işte o karikatür :)


20 Ağustos 2009 Perşembe

ödüllü film iyi film olamaz mı? :S

bu konuyu yazmak istedim bugün.zeyneple kısa bir tartışmadan sonra onuın bana yazdığı ''nasıl ödüllü bir film iyi film olamazsa ödüllü kitap da iyi kitap olamaz'' benzeri sözünden sonra bu yazıyı yazmak aklıma geldi.




şimdiii hepimiz biliyoruz ki en başta cannes olmak üzere venedik, berlin gibi film festivallerinden ellerinde ödüllerle dönmüş filmler, içinde benimde bulunduğum büyük bir çoğunluğun, entel die tabir ettiği sanat filmleridir.ve yine birçoğumuzun ilgisini çekmez.türklerden örnek olarak nuri bilge ceylan verilebilir.kendisi başarılı bir fotoğrafçıdır bence ama başarılı bir senarist yada yönetmen deildir.keşke film çekmese de uykumuzu getirmese dedirtendir.



ama hiç mi hepimizin beğendiği, bağrına bastığı, hiç bitmese diceği türden bir film festivallerden ödül almamıştır yahu?hepsi mi konuşmanın az olduğu duyguların bakışlarla anlatılmaya çalışılan ama anlatılamayan uzunnn hattaa upuzzzuuunnn sahnelerle 10dk da anlatılacak bir senaryoyu 2 saate sığdırmış filmlerdir??




uzun araştırmalarım sonucunda baktım ki gayette hem film festivallerinden ödül almış hemde sadece entel jüri yerine herkesi etkileyebilecek, ayakta alkışlanası, başarısı göz yaşartıcak cinsten filmler de kucak dolusu ödül alabiliomuş.





1.la vita e bella(hayat güzeldir) : şimdi bu harika filmi anlatmaya gerek yok.zaten herkesin kendi top 5inde bulunan ve hatta yarısınında 1.liğinde bulunan bir filmdir kendileri.












Almış olduğu ödüller ise; en iyi aktör ,en iyi yabancı film ve en iyi müzik oscarlarını bir kenara koyup festival ödüllerine bakalım: AFI festivalinde en iyi yabancı film,athena uluslararası film festivalinde en iyi erkek oyuncu, cannes da jüri özel ödülüyle en iyi erkek oyuncu, venedik de en popüler film. daha okadar çok var ki japon ödüllerinden Baftaya, toronto dan cesar a tam 55 ödül.



2.the fall(düşüş): kendileri ilk izlediğimde en sewdiğim filmlerde en başlarda yerini almıştır.eminimki bu durum herkes de aynıdır.




berlin, chicago, catalonion ve daha bir sürü festivalden ödülle dönmüş bir filmdir.yönetmeni, senaristi ve mükemmel performansıyla küçük oyuncu catinca untaru layık oldukları ödülleri fazlasıyla almışlardır.







3.el laberinto del funo(pan'ın labirenti): guillermo del toro'nun müthiş filmi.bu filmi izleyipte etkisinde kalmayacak bir insan varsa o insandan korkun derim.ispanya iç savaşını küçük kızın gözlerinden anlatan harika bir film.



toplam 70 ödülü var bu filmin.hepsini teker teker saymıcam tabiki de merak etmeyin :) ama filmde emeği geçen herkes nasiplenmiş nerdeyse bu ödüllerden.hemen hemen bütün festivallerden eli kolu dolu dönmüş bu müthiş film..

ödüllü film iyi film olamaz mı diye bir düşünceyi aklıma getiren zeynep'e teşekkürü borç bilirim:) sadece 3 güsel örnekle gayette bunun olabileceğini gösterdim sanırım.yoksa bütün güsel ve ödül almış filmleri yazmakla bitmez ..yaniii neymişş bir filmin ya da kitabın güsel olmadığını aldığı ödülle vurgulayamazmışız :)

Riverton Malikanesi


İlk yazacağım yazının bazı şeyleri aydınlatmasını istedim.neden Hannah? Hannah Montanadan dolayı deil tabiki..kendisi kim bilmem bile.Dergilere kapak olup filmler çewirio galiba ama sıradan bi teenagerın adını alacağım düşünülemez.evettt neden Hannah?? çünkü hannah son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitap olan riverton malikanesinin en etkileyi kahramanı.kitabın başlarında hayatına,yaşam tarzına ve daha bir çok şeye hayran kalabiliyoruz ancak daha sonra inanılmaz bir dramla birlikte hayata gözlerini yumuyor.biraz sadistçe bir durum galiba bu.hannah ismini hannah montanadan alsam daha normal bir durum olabilirdi :).

riverton malikanesi özellikle aristokrat romanları sevenler için birebir.dokunaklı bir aşk hikayesini 1920li yılların ingilteresinde kimi zaman birinci dünya savaşının gölgesinde kimi zamanda partiler ve çaylarla birlikte anlatıyor.ana kahramanımız grace reeves.grace henüz 14 yaşında bu malikaneye hizmetçi olarak giriyor tıpkı yıllar önce annesinin yaptığı gibi.malikanenin sahiplerinin çocuklarıda grace yaşında olan hannah,kız kardeşi emmeline ve abileri david.hepsi birbirinden farklı huylara sahip bu çocuklardan kendini en yakın hannah'yı görüyor.ve bir zaman sonrada hannah'nın özel hizmetçisi oluyor.aşkları , hayatlarıyla hizmetçiler malikanenin sahipleri onların ahbabları bizimde hayatımıza giriyor.ve bir olay.bir parti sırasında zamanın ünlü şairi olan R.S. Hunter intihar ediyor(?).ve bu olayın hannah ve emmeline den başka bir görgü tanığı daha var:grace.aradan yıllar geçiyor.grace 98 yaşında hayatının sonlarına geldiğini anlamış ve bildiklerini herkese anlatmanın sırası geldiğini düşünen,riverton malikanesinin filmini çekmek isteyen biri için gidebileceği yaşayan tek tanık artık...dokunaklı ve merak uyandıran bir aşk romanı riverton malikanesi.pişmanlıklar,hayal kırıklıkları var bu kitapta.mutsuz sonlar var.kıskançlıklar,dedikodular,yalanlar var.kısacası gerçek hayatta ne varsa bu kitapta da var.mutlu durumlarda var tabiki kemalettin tuğcu kitabı deil yani:) bu kitabı okuyun..mutlaka okuyun..pişman olmazsınız..

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Merabalar...
 
Powered by Blogger